Kahramanlıkları yerine günahları yazılan bir adamın hikayesi...

29 Nisan 2015 Çarşamba

Devam etmek istiyorum.

"Devam etmek istiyorum." Bunu gerçekten içindeki isteği dışa vurmak için mi söylemişti yoksa devam etmek istediğimden emin olmak için mi sormuştu bilmiyorum. Hoş ikisi de benim için durumu daha tatlı yapmaya yetiyor bugünden baktığımda. Zaten o anki heyecanım ve ona karşı duyduğum arzu beni bu cümleyi neden kurduğunu düşünemeyecek kadar sarhoş etmişti. Vücudunuzun herhangi bir yerinde oluşan yarada kalp atışlarınızı nasıl hissederseniz, vücudumuzun temas ettiği her noktada hissediyordum onun ve benimkileri aynı şekilde.

Boynundan başladığım öpücüklere onu usulca sırtüstü yatırıp vücuduna yayılarak devam ettim. Belli yerlerde, özellikle kulaklarına dokunurken dudaklarım bedenindeki kasılmaları izliyor ve sevişmenin doğasını hissedebiliyordum yavaş yavaş. Arada yüzümde dolaştırdığı parmaklarını dudaklarımın arasında hissetmek iyice azdırmıştı beni. Eksik olan bir şeyi tamamlamak ister gibi gece lambasının yanında duran ve çalar saat görevini de üstendiğini düşündüğüm bir radyodan ağır caz parçaları listeleyen bir kanalı açmıştı. Müziğin de yardımıyla rahatladığımı hatırlıyorum. Yavaşladığımı, tadına daha yoğun vardığımı anın... Sertleşmiş meme uçlarında gezinen dudaklarımın ve yavaşça temas eden dişlerimin canını acıtmasından korktuğumu anlamıştı ki devam etmemi istercesine bastırdı kafamı. Elimi bacaklarının arasında dolaştırırken iç çamaşırının üstünde ıslaklığını fark edebiliyordum. Yavaşça aramdaki tek engeli sıyırırken ellerimle, dudaklarımı aşağı kayıyordu. Bir kadının tadına bakmak... Bu her kadında tekrar yaşayacağım bir "ilk"ti ama tabi o an bunun farkında değildim. Nasıl zevk aldığını göstermek istercesine saçlarımdaki elleriyle beni yönlendirmesi hoşuma gidiyordu. Bacaklarını kırıp inlediğini görmek dudaklarımın altında... Zevk buydu sanırım.

Beni usulca yukarı çağırdı ve dudaklarımdaki tadını önemsemeden öptü. "Sen içimdeyken boşalmak istiyorum." diye fısıldadı sadece ikimizin arasında kalmasını ister gibi. Sonrasında yatak başlığına yaslanarak uzandım ve boxerımdan kurtarıp ağzına aldı beni usulca. Dudaklarının  arasında olmak, sertleşen her noktamda dilini hissetmek ve bunu ilk kez yaşıyor oluşum üst üste gelince kendimi tutamayıp boşalacağımdan korkuyordum. Arada yavaşlayarak ve ellerini göğsümde gezdirerek beni rahatlatıyor oluşu bunu hissettiğindendi sanırım. Bacaklarımın kasıldığı bir anda serbest bırakarak beni, vücudumu bacaklarının arasına aldı ve yukarı geldi. Kulağıma "İlk kez bu kadar ıslanıyorum." diye fısıldadı. Sanırım beni "ilk"lerle olan mücadelemde yalnız bırakmak istememişti. Yavaşça içine davet etti beni eliyle de yolu göstererek. Sıcaklığıyla baş başaydım. Kavgadaki hırçınlığından eser yoktu. Ellerimin altında duran kalçalarını oynatmaya başladı sonra yavaşça. Bunu o kadar yavaşça yapıyordu ki içinde her noktasına dokunuyordum. Karşımda dans eden memelerine yapışıyordu dudaklarım arada. O anlarda gözlerini kapatıp kafasını hafifçe geriye attığı geliyor gözümün önüne. O bunu yaptıkça ben dişlerimi daha rahat kullanıyordum. İkimiz de terledik, şarkılar değişti, inlemeleri değişti, aldığım zevk değişti. Belini sarıp yatağın daha rahat bir kısmına doğru çevirerek altıma aldım onu. Öpüşürken, başında kavuştuğumuz ritme riayet ederek devam ettim bu dansa. Bir elini vücutlarımızın arazına sokup parmaklarıyla kendine kavuştu bacaklarımızın arasında. Düşünmeden kalçalarını sıkıyordum o bunu yaparken. Sonrasında hırçınlığından olmadığını bildiğim bir şekilde dudağımı ısırdı usulca. Kasıldı ve kafasını bir yana çevirerek inledi son kez ve uzun bir şekilde. Sonra vücudunun her yerini bıraktı yatağa. Nefesleri yavaşladı ve yüzünü bana döndü. Kollarımın altında bunların oluşunu izliyordum. Vücudunda bıraktığım izleri, yanaklarının pembeliğini... O ana kadar sadece haz odaklı düşündüğüm tonla şeyin bir beğeniyi ve duyguyu nasıl yansıtabileceğine o an şahit olmuştum. Yanına uzandım usulca içinden çıkıp. Yanağımı tutup "İçime boşalabilirdin, sorun olmayacak bir günümdeyim." dedi ama o an bunun anlamını bilmediğimi itiraf etmedim. :) Gülümseyerek beni tekrar ağzına aldı. Dudakları ve dili beni, zaten kendimi zor tutabildiğim o sona kadar sürükledi. Ellerinden biri baldırımdaki kasılmaları hissederken yavaşça boşalmamı bekledi ağzına. En çok o an utanmıştım sanırım. :) Sonrasında yavaşça dudaklarını çekip duvara yaslandı. Onda izlediğim manzarayı sanırım o da bende bulmuştu. Konuşmadan bir süre izledik birbirimizi. Sonra kalkıp yürüyüşünü çıplaklığıyla arkasından izlememe izin vererek birer soğuk Tekel Birası daha getirdi. Sarıldık ve ortamın ruhuna uygun olmayan şeyler konuşarak uykuya doğru yürüdük.

Aynı yatağı paylaştığım kadın sabaha, hafif bir yorgunluk, pembe yanaklar ve uyanır uyanmaz yüzünü saran bir gülümseme ile çıplak bir şekilde başlamıştı. Mutluydum. Erkeklik tanımlarından pek hoşlanmam ama illa bu kavrama anlam yüklemem gerekirse, o sabah ve ona benzeyen tüm sabahlarda kendimi daha bir erkek hissettim. Birlikte giyinip birlikte güzel bir kahvaltı yaptık en sevdiğimiz yerde. O gün göz göze gelişlerimizdeki sıcak gülümsemelerimizi özlüyorum hala. :)

27 Nisan 2015 Pazartesi

Bir Film Hikayesi

Adımlar... Hayat dediğimiz birbirini takip eden hareketler bütününün istisnaları genellikle tutkumuzun peşinden attığımız adımlarda hissettirir kendini. Ne hesaplanabilir, ne de birbirini tutarlılıkla takip eder. Vuku bulan aşk olduğunda da böyledir bu, kavga olduğunda da. Şanslıysanız ikisi birden tabi... :) Belli bir süre sonra vazgeçersiniz zaten baş köşede oturanın tutku olduğu anlarda, hesaplamaktan. Bilirsiniz ki, söyleyeceğiniz ve yapacağınız her şey farklı olacak tahayyül edilenden. İstisnaları yaşamak belki de bu yüzden daha tatlı gelmiştir hep bana. Hesaplı olmayan her şeyin güzelliğine...

O gece benim için en kolay şey o kapıdan adımımı içeri atmak oldu sanırım. Onu bile, kendimi bunun sadece bir adım olacağına ikna ederek anca yapabilmiştim. Bu bir yalandı tabi ama konu rahatlamak olduğunda insan en çok kendine yalan söylemez mi nihayetinde. Hala daha adetim olduğu üzere, bana oturmak için bir yer işaret etmeden önce alıcı gözüyle evi incelemiştim. Umay gibi tutarsızlığın belli bir noktasında güzelliği yakalayabilmişti evi de. Belli bir norma göre sıralanmamış kitapları, oraya buraya atılmış bir şey görmemenize rağmen ruhu itibariyle dağınık salonu, elle boyandığı belli ikiz ve farklı renk katlanır sehpalarıyla tam da onun kamufle olacağı bir ortamdı. "Yorgun gibisin." dedi, oturmam için üzerinde örgü bir örtü olan ikili koltuğun bir ucunu işaret ederek. Kendiminkini hatırlamasam da onun bir ayağını altına alıp vücudu bana dönük oturduğunu hatırlıyorum karşıma. Beni rahatlatmak için bir şeyler söylemesini beklerken ellerimi tuttu ve "Heyecanlı olman beni de heyecanlandırıyor." dedi bir gülümsemeyle. Elini bile duvardan atlarken yardım etmek dışında tutmadığım biriyle pek de aydınlatıcı olmayan bir ışık altında yalnız otururken heyecanlanıyordum tabi. "Film konusunda şaka yapmıyordum." demesi bir nebze rahatlattı beni. Mutfağa gidip geldiğinde elinde sallanan iki Tekel Birası'nın da rahatlamamda etkisi oldu tabi. :) Işığı kısıp dizüstünü sehpaya koyduğunda film konusunda gerçekten de ciddi olduğunu anlamıştım. O bana ne izlemek istediğimi sormadığımı gibi ben de film başlayana kadar neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Nezaket kurallarından uzak olduğu ölçüde samimi bir ortamdı bence. Film tercihi 92 yapımı Unforgiven olmuştu ve bundan hiç şikayetçi değildim.

Başını omzuma yasladığında hafif bir serinlik hissinin de verdiği cesaretle kolumu attım omzuna. Yanımızda duran ince battaniyeyi üstümüze çekti ve onunla ısınmama müsaade etti. Vücudunun sıcaklığının battaniyenin etkisinden daha hızlı arttığını hissedebiliyordum. Kalp atışlarının da... Eminim aynı değişimleri o da bende fark etmiştir. Filmin ortasına yakın yeni bira getirmeye gidişinden sonra daha rahat bir şekilde sarılmıştı bana. Vücudunun çoğunu hissedebiliyordum kendi vücudumda. Bütün bu değişimler nedense filme olan ilgimizi azaltmadı hiç. Yarım kalan filmlerden olmamıştı bu film ve bu beni şu an bile mutlu ediyor. Filmin sonuna doğru sanki vücutlarımızın tanışma faslı da tamamlanmıştı. Elleri göğsümde ve boynumda geziniyordu rahatça. Bacağımın üstünde bacağını yukarı doğru çekiyordu ara ara ve bunun etkilerini hissediyordu. Işık yanaklarımın kızardığını görmesi mümkün olmayacak derecede kısıktı ama utandığımı, yanakları dışında hareket imkanı bulamayan elimden anladığını düşünüyorum. O an biri "Nasılsın?" diye sorsa en dürüst cevabım "Yanıyorum!" olurdu. Yanıyordum O'na. Bu tatlı oyunlar devam etti filmin sonuna kadar. Dizüstünün kapağını kapattı ve daha cesurca sarıldı bu sefer. Gözlerime bakıyordu ve baktığı yerde onu öpmek istediğimi görüyordu bence. Yavaşça dudaklarıma dokundu. Gözlerimi kapatmıştım nedense o bunu yaparken. Biraz zaman aldı bu alışkanlığımdan vazgeçmem. Beceriksizce olduğuna emin olduğum şekilde vücuduna dokunma cesareti bulana kadar öptüm onu. Yukarı çektiği bacağında dolaştı elim önce. Kalçalarını hissetmek yangınımı daha da arttırmıştı. Elimi belinden yukarı çıkartırken bana yardımcı olmak adına aramızdaki mesafeyi biraz açtı. Boynunu ve aramda sadece düğme engeli bulunan göğsünü önüme sermişti. Dudaklarım önce boynuna sonrasında kapalı düğmelerin izin verdiği kadar aşağıya kaydı.

Dar koltuğun, içinde bulunduğum zaten kolay olmayan bu durumu daha da zorlaştırdığını fark etti ki beni elimden tutup odasına götürdü. Zaten kapısı açık olan odaya geri geri girdi beni çekerek ve ayakta öpüşmeye devam ettik. Çokça kez beni gözlüksüz gördüğünden onsuz da rahat ettiğimi biliyordu ve gözlüklerimi bir kenara bıraktı. Ellerim arkasında pijamasıyla iç çamaşırının arasında dolanıyordu o bunları yaparken. Yavaşça yatağa yatırdı beni. Üzerimdeydi ve ona bu şekilde temas ediyor olmak çok zevkliydi. Bunun da verdiği güvenle düğmelerini açmaya başladım yavaşça. Sütyen yoktu içinde ve manzara benim için çok tahrik ediciydi. Vücudumu olabildiğince yukarı kaldırıp zaten avuçlarımda olan memelerine götürdüm dudaklarımı. Kalçalarını üzerimde hareket ettirişinden aldığı zevki hissedebiliyordum. Canını yakmaktan korkarak da olsa biraz hoyratça davrandım emerken onları. Sonrasında kolay bir hamleyle üzerimdeki gömleği çıkardı kazak muamelesi yapıp. Dudakları önce göğsümde gezindi. Bunu yaparken elini aşağılarda pantolonuma baskı yapan kabarıklığa götürdü. Dokunuşları ve beni istediğini görmek daha da cesaret veriyordu bana o an. -Bir kadınla ilk kez yaşıyorsanız bunları "cesaret" gerçekten ihtiyacınız olan bir şey.- Önce kemerimi açtı ve pantolonumdan kurtardı beni. Boxerımın üstüne bir öpücük kondurdu. Eşitliği sağlamam için bana fırsat tanırcasına yukarı geldi ve biraz da ayağımın yardımıyla onu sadece iç çamaşırıyla bırakabildim pijamasından kurtarıp. Yarısı üstümde olacak şekilde yatmıştı yanıma yüzü bana dönük. Bacağım bacaklarının arasındaydı. Birleştikleri yerdeki sıcaklığı ve ıslaklığı hissedebiliyordum. Kendiliğinden verilen bu çok kısa ara onun da utanması için bir fırsat yaratmıştı sanki ve yanaklarındaki pembeliği fark etmem hoşuna gitmişti. Benim gibi o da kendini oluruna bırakmıştı ve bir soluklanma molasındaydık birlikte. Eli boxerımın üzerinde kulağıma "Devam etmek istiyorum." dedi o an. Cevabımı boynundan öpmeye başlayarak verdim.

Aklımdakileri anlatabilmeme yetecek ölçüde yırtmaya çalıştım mahremiyet perdesini.

Umarım devam edecek...

24 Nisan 2015 Cuma

Seninle film izlemek istiyorum.

Elinde bir ağaç parçası oturduğu yerden toprağa zihnini karalayan bir çocuk görürseniz lütfen dokunmayın. Onu benden, beni ondan görün ve aptallığıyla baş başa bırakın garibi. Hayatına bir anlam veremeyenler bir yana o da benim gibi anlam arayanlardan.

Benim için uzunca bir zaman geçtiğini söyleyebilirim gözyaşı döktüğüm o geceden beri. Oda arkadaşlarımın düştüğü o mesajlaşma tuzağına düşmemek için sadece buluşma öncesi konuşmalar için kullanmıştım telefonumu. Aramızda bir soğukluk emaresi olmamasına rağmen, ikimizin de zaman ve mekanı denklem dışına çıkaran o eski sohbetlerimizi özlediğimiz belliydi. Buluşmalarımız belirli saatlerde ve belirli yerlerdeydi artık. Adı konulmayan ilişkimizin adı konulan buluşmalarla yaralandığını hissediyordum. Artık gece etütlerinden kaçmak için bir sebebim yoktu. Kuralları çiğnemek için yaptığım her hareket, hoşlandığım kadının yanında olmak gibi ulvi bir sebepten bağımsız, sadece keyfiydi. Aslında ne hayatımı daha anlamlı kılan bir şey vardı ortada, ne de onsuz kaldığımda daha az kıymete binmişti geçen zaman. Eski rutinime döndüğümü düşünmek gibi bir aptallık içindeydim sadece. Her zamanki gibi okuldan kaçmaya başlamış ve her zamanki gibi o dışarıda geçen gecelerin sabahında kantinde kahve eşliğinde geçen sohbetlerin müdavimi olmuştum. Eksik hissetmekle, eksik hissedecek bir sebep bulamamak arasında kalmıştım. Bir arkadaşım yıllık sayfama "Delilikle dahilik arasındaki ince çizgide yürüyüp de her iki tarafa da geçemeyecek kadar aptal bir adam." yazmamıştı boşuna. Çizgilerde yürümek benim işimdi ve bunun aslında bir işsizlik tanımı olduğunun o gün de farkındaydım.

Toplu şekilde, okulun arka tarafında kalan oyun salonuna kaçmak gibi bir eğlenceyi adet edinmiştik aynı dönemlerde . O geceler genellikle oyundan anlayan arkadaşlarımı izleyip yorum yapmam ve fazladan bira içmemle geçerdi. Benim oynadığım oyunları onlar fantastik bulurdu ve ben de onların oynadıklarına ısınamazdım. Ama bu birlikte vakit geçirmemize engel olmadı. Salon sahibinin üstümüze kepenkleri indirip zaten aynı apartmanda olan evine çıktığını ve sabaha dek yanımıza uğramadığını da belirtmek isterim. Telefonuma gelen "Seninle film izlemek istiyorum." mesajıyla bahsettiğim oyun maceralarından biri aynı gecede kesişti. Üzerime kilitlenmiş bir kepenk, sayıları bir desteyi az buçuk geçen yatılı genci ve ben... Sadece bir kişiye bahsetmeye yeltendiğim bu mesaj tabi ki ortamdaki herkesi alakadar eder oldu ve oyun salonu sahibini evinden aşağı indirecek kadar önemli bir hale büründü. Küfürler ederek kepenkleri açan o adam hala hafızamda. Adamı yumuşatmak için arkadaşlarımın gösterdiği çaba da...

Numarasını çevirirken içimden "Lütfen sinemaya davet etmiş olsun." diye geçirdiğimi itiraf etmek istiyorum bir parça korkudan. :) Ev arkadaşının şehir dışında olduğunu yanında olursam mutlu olacağını öğrendiğim telefon konuşmasını "Gelirken içecek bir şey almana gerek yok, ben zaten almıştım." cevabını alarak sonlandırdım. Hoş bu cevabı almasam da beni saran o heyecan, aklımı içecek bir şeyler alma düşüncesinin yakınlarından geçirmezdi. Sanırım içkiyi duymak bir nebze rahatlattı beni. En azından bu gece doğasına aşina olduğum bir şeyler olacaktı elimin altında. Kısa bir yürüyüşün ardından evine en fazla yaklaşabildiğim yerdeydim. Birkaç kez, geç saati de bahane göstererek önünde durduğum dış kapıya kadar getirmiştim onu. Zile basarken gecenin benim için hiç de kolay geçmeyeceğinin farkındaydım. Konu Umay olduğunda benim için ne kolay olmuştu ki zaten. Kalp atışlarımla aynı ritmi yakalayacak kadar hızlı çıktım merdivenleri. Kapıdaydı ve karşısındaydım. Artık aramızda ne bir duvar ne de sıra dışı durumumuza şaşıran gözler vardı. Yüzünde heyecanımı en azından olması gereken seviyeye çeken bir gülümseme, üzerinde üstü hafif miktarda dekolteye sahip yakalı ve düğmeli bir pijama, saçına geçirdiği kalem ve ayağında pofuduk terlikler... "Girmeyecek misin?" sorusuyla geldim kendime ve adımımı atarken içeri, bu adımım gibi kolay olmasını diliyordum diğerlerinin de o gece.

Daha sonrasında olanları yazabilmek için mahremiyet perdesini biraz yırtmam gerekecek sanırım ve bu benim için pek de zor olmayacak.

Umarım devam edecek...

21 Nisan 2015 Salı

Kısalan Adımlarım...

Bir kadınla tartışırken aranızda bir duvar olmasının sizi koruyacağını düşündüğünüz bir an olursa yaşantınızda, lütfen beni hatırlayın ve tekrar düşünün. Masumca bir kaçma hareketine kalkıştığınız anda kanınızı dökecek köşeli bir taş düşebilir payınıza ve anlattığım gibi hoş bir anı olarak kalmayabilir bu tecrübe.

Neyi tartıştığımızı hatırlamayacak kadar önemsiz bir tartışma anında, savında bulduğum bir boşluğu vurguladığım içindi. Geriye çevirdiğimde kafamı yüzümdeki öfke gözlerindeki telaşlı bakışı hemen silmesine sebep olmuştu. Beni merak ettiği ve bunu belli etmek istemediği zamanları anlayabilecek kadar vakit geçirmiştim onunla. Fakat bazı zamanlar galip gelme isteği o kadar baskın gelirdi ki şefkat alameti göremezdiniz çehresinde. Kolumdan aşağı yavaşça süzülen kanı silme gereği duymadan ağır adımlarla kaçışıma başladığım yere geri dönüp "İstediğin buysa seninle ölene kadar kavga edebilirim." diyerek başlamıştım belki de onu ilk kez gardını düşürecek bu duruma sokarken konuşmaya. Öylesine afallamıştı ki bana verdiği zararı önemsemediğimi gördüğünde istediğim her sözü, karşılığında alacağım cevabı umursamadan sarf edebilirdim gözlerine bakarak. Onu süzülen kanım daha parmaklarıma kavuşmadan yenmiştim ve bunun zevkli bir yanı yoktu benim için rakibim o olduğunda. Anlatmak istedim. Anlamasını da... Ben anlatamadım ama o anladı. Bunu gözlerinden okuyabilmiştim ve tek yapabildiğim kantine gidip müzik kutusundan kalbimi eski ritmine kavuşturacak bir şarkı rica etmek oldu. Sessizce temizlediğim kanım ve orada yenilmiş bir şekilde kalakalması dışında farklı bir durum yoktu. Sakinleşecektik ve onu beklemiyor havası vermek için tünediğim ağacıma zararsız bir taş fırlatarak çağıracaktı beni sonraki kavgamıza.

Aramızdaki duvarın icabına bakacağımız çözümler üretmek çok uzun sürmedi. Önceleri birbirimizin yaşam alanına tecavüz etmediğimiz tarafsız bölgelerde devam ettik sohbetlerimize. Kahvaltı yaptığımız cumartesi sabahlarını iple çeker olmuştum zamanla. Birkaç gece birlikte kaçma fırsatı da -gerçek anlamda sadece benimki bir kaçış sayılırdı tabi- yakalamıştık okuldan. Dönerken adımlarımı kısaltmamı güzel bir gülümsemeyle karşılardı ve bu hiçbir şeyi ondan saklayamama halim mutlu ediyordu beni. Fenerbahçe Parkı'nda kafasını omzumda hissettiğim o an da saklayamamıştım şaşkınlığımı ve beni rahatlatmak için hiçbir çaba sarf etmemesinden anlayabiliyordum bunun hoşuna gittiğini. İstiyordum onu. Sadece bir cümle yetiyor sanırım anlatmak için bu kadar yoğun olunca bu duygu. Şaşkınlığımın kendiliğinden yok oluşunu bekleyip "Bir kadına güzel olduğunu söyleyebilirsin ve o buna inanabilir. Ama bir kadına güzel olduğunu gösterirsen inanmasına gerek kalmaz, artık o sadece güzeldir. Gerçi sen bunu biliyorsun." dedi. Sonra sustuk. Benim yanımda güzeldi ve o rüzgarlı gecede gömleğimin düğmelerini aralayacak kadar ısıtmıştı beni. O ana kadar aklıma gelen tonla iltifatın dudaklarımdan dökülmeyişine mutlu olmuştum. Sahilde bir üşüme süresi kadar oturduk o gece. Her zamanki gibi kısalttığım adımlarımla geri döndük. Havadan sudan konuşmadık. En azından bu gece saatin su gibi akıp geçmesi gerekmez miydi diye düşünüyordum. Ama yok, yine her anını hissetmiştim. Acımasızdı çoğu fasılda olduğu gibi. Az önce yanında güzel olduğunu söylediği beni yol boyunca dilimi doğru kullanmamam üzerinden yerden yere vurdu ama ben adımlarımı uzatmadım. Ne o an, ne de sonrasında buna hiç istek duymadım. O benim sokakları en yavaş yürüdüğüm kadındı. Okulun arka kapısına yaklaştığımızda eve çıkmayı düşündüğünü söyleyerek dağıttı kafamdaki bütün düşünceleri. Bugün olsa bunun daha rahat şekilde görüşme fırsatı yaratacağını düşünebilirdim. O günse, benim için akşam etütlerinden sonra onu duvarın diğer tarafında bulamamak demekti. Bunun benim için yakıcılığını bildiğinden olsa gerek yolun sonuna bırakmıştı bu haberi ve en azından kendi kendime yanmam için bir fırsattı bu o gittiğinde.

Odama dönüp yatağın altına düşmüş yarım bir su şişesi süsü verdiğim votkayı yudumlayarak bir damla gözyaşı döktüğümü hatırlıyorum. Bunu ona hiç söylemedim. Gerçi neyi söyledim ki? Aşk, sevgi, mutluluk sadece sohbetlerimize giren kavramlar olarak kaldı dilimde. Çok geçmeden başı omzumda kurduğu o cümlenin hazzı sildi kafamdaki yakıcı düşünceyi. Daha iyi uyuyabilmek için güneşi bekledim biraz müzik eşliğinde huyum gereği.

Umarım devam edecek...

20 Nisan 2015 Pazartesi

Üşümüyor musun?

Yine kendimden bir şeyler anlatmak için oturdum aynı yere ama ağaçtan, battaniyeden, şaraptan ve ilk kez bir kadının yanında uyanabilme fırsatı bulmamdan bahsettiğim andan beri, kendime anlatmak istediğim tek şey O. Bazı şeyler unutulur. Bazı şeyler için bu mümkün olmadığında hatırlamamayı seçmek de mümkündür. Sanırım o hatırlamamayı seçtiklerimden dönem dönem. Fakat unutamadığımdan değil, çokça hatırlayıp da unutmak istemediğimden...

Dertten değil keyiften içtiğim, dert bulmam gerektiğinde de düşen leblebilerime dertlendiğim gecelerle doldurduğum lise hayatımın üçte ikisini tamamlamış durumdaydım. Dediğim gibi makul sayıda sevgilim olmuştu. Aynı sayıda bana uğrayan ayrılık neşemi elimden almaya yetmemişti hiçbir zaman. Sırt çantama kavgalarımı, aşklarımı ve kitaplarımı koyup ayrılmayı düşündüğüm o mekanın bana bir sürprizi daha olduğundan haberim yoktu. Lisem bir duvarını yandaki üniversiteyle paylaşırdı ve ev sahipleri olarak birbirimizi görmezden gelmek genel tavrımızdı. Güz dönemi yeni başlamıştı ve derslerle pek ilgisi olmayan biri olarak vaktimin çoğunu -ki ders saatlerinin belli bir yüzdesi de dahil- bahçede geçiriyordum. Tabi yürüyerek kitap okumak gibi dışarıdan aptalca gözüken bir alışkanlığımı gizleme ihtiyacı da olabilir ders saatlerini seçmem. Elimde seçmek için tek sebebim karıncalara duyduğum hayranlık olan "Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca", dersliklerin görüş açısından olabildiğince uzak ortak duvarın yanında ileri geri yürüdüğüm bir anda rastlaştım O'nunla. İlk sözü hala canlı kulağımda. "Üşümüyor musun?" demişti yavaşça sertleşen rüzgarla arama girip. Bazı cümlelerin kalıplaşmış tanışma üsluplarından münezzeh şekilde merhaba demek olduğunu bilmeyecek bir yaşta değildim belki ama o an sadece "Sen gölgedesin, bense güneşte..." diyebilmiştim ve elinde muhtemel öğle yemeğinden kalma bir kırmızı elma tutan o kadına bir merhaba deme fırsatını kaçırmıştım. Verdiği cevabı hatırlayamayacak kadar çok sayıda aptal dediğimi hatırlıyorum içimden kendime. Bir de  bu anı o gece yatakhane sakinleriyle paylaşsaydım bir ton küfrün akabinde akıllanmam için sağlam bir dayak da yiyebileceğimi. :) 

Tekrar onu görebilme umuduyla sayfalardan çok etrafa baktığım çokça yürüyüşüm oldu aynı duvar kenarında ve bunun için yaklaşık iki hafta beklemem gerekti. Yine beklemediğim bir anda, gerçekten serin bir akşamüstünde bulmuştum onu. İstif ettiğim bir sürü merhaba ihtiva eden cümleye rağmen aklımın oyununa gelip "Bugün üşüyorum." dedim ve kalakaldım. O gergin bekleyiş anımı ve yüzündeki mimiksiz ifadeyi bir tuval üzerinde düşleyebiliyorum şu an bile hala. "Bu sefer de sen gölgedesin." cevabını aldığımda eliyle işaret ettiği ve benden daha çok ona cömert davranan güneşi fark ettim afallayarak. Yüzünde muzip bir gülümseme vardı ve emin olun ki benim yüzümde oluşan aptalcaydı. :) İsmimi söyleyeceğim ve sırası az çok belli olan garanti bölüme kavuşmuştum. Aldığım yanıt ise benimki Umay olsa olmuştu. Bu cümle içinde geçen "olsa" benim için bu muhabbetin sırasının pek de belli olmadığının işaretiydi. Bu genelgeçer kurallar çerçevesinde başlamayan muhabbet, ne zamanın nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı saatler süren sohbetlerle ne de romantik dakikalara evrilen göz göze bakışmalarla devam etti. Umay'ın yanında olduğunuz her anı zerrelerine kadar hissedebilirdiniz ve elinizden gelmediği anlarda hissettirme görevini zevkle üstlenirdi. Kavga etmeyi seven bir kadın vardı karşımda. Bunu hoyratça değil, bir şarkıyı söyler gibi inişlerle, çıkışlarla ama melodiden kopmadan yapardı. Yemekten zevk aldığım dayaklarım olduğu gibi hayatta, yenik çıksam bile ringe çıkmaya can attığım müsabakalar biriktirdim O'nunla.

Yazılan, bu müsabakaların ve devamında yorgunluk anlarında onun kollarında verilen araların hikayesidir.

Umarım devam edecek...

19 Nisan 2015 Pazar

Dün sabahki elli kilometrelik bir bisiklet macerasının ardından gecesinde çok dağıtmış, çok dans etmiş, çok içmiş, çok gülmüş, çok yürümüş, çok sevişmiş yani her şeyi biraz çokça yapmış biri olarak bir ölü kıvamında başladım güne. Ayaklarımı sürüyerek gidebildiğim banyoda bir ölünün karşılaşabileceği en kötü durumla baş başaydım. Beni bütün günahlarımdan arındırabilecek, diriltebilecek arzu nesnemden yoksundum. Su yoktu ve ben yıkanmadan gömülmek zorunda kalınan bir ölüydüm artık. Neyse ki günün devamında suya ve hayatıma tekrar kavuşabildim. Bu kadar mızmız bir hale büründüğüm bir günde, beni mutlu eden anıları yazmaktan daha iyi bir seçenek bulamadım ve buradayım.

Yatılı okul yılları demiştim ve sanırım ikinci adımı atmak için o zamanlardan daha iyi bir eşik yok. Erkeklerden yıllarca dinlenen askerlik anılarından bile daha sıkıcı bir şey olduğunu söylerler hep yatılı maceralarının ve ben de buna katılmaya başladım bir süredir. O yüzden kendimi anlatmak için yettiği kadarıyla tecavüz edeceğim havsalanıza. Benim için yatılılık, "kaldırım mektebi" denilen mefhumun vücut bulmuş hali. İnsanları tanımayı seve seve öğrenmeye mecbur kaldığınız, sınırlı uykuyla sınırsız eğlenceyi karşılama yeteneği edindiğiniz ve belki de en önemlisi dışarıdan mutlu görünen insan yığınlarının aslında pek de mutlu olmadıklarını anlayabilecek kadar insanlara yakın olduğunuz bir yer. Emin olun ki bunları öğrenmek konusunda hiç zorluk çekmedim. Bunları ve daha fazlasını öğrenme isteğim pek başarılı bir öğrenci profili çizmemi sağlamadı tahmin edebileceğiniz üzere. Derslere pek girmeyen, bahçenin en ücra köşelerinden kaçış yollarını ezbere bilen, yatakhane anahtarlarını gecenin herhangi bir saatinde isteyebileceğiniz biriydim uyandırıp. Terry'ye benzetildiğimi söylemek isterim izleyenler için Şeker Kız Candy'yi. Terry'nin kaybeden karakter olduğunu unutmamak gerek tabi bunları yazarken ve işte o dışarıdan gözüktüğü kadar içinde de mutlu olan ama kaybeden adam benim.

Makul sayıda arkadaşım ve yine makul sayıda sevgilim oldu o yıllarda. Yalnızlık çekmedim çok, hafta sonları insanların evlerine dağıldığı ve okula bekçi olarak bizi bıraktıkları anlar dışında. Ne tarafa dönseniz sizi sabah çıplak görmüş insanların olduğu bir mekanda yalnız kalmak istediğinizde kalabilmek de ayrı bir nimettir ve ben bu meziyete sahiptim. Bir ağacım ve desenleriyle iskoç kiltlerini andıran bir battaniyem yardımcı olurdu bana genellikle böyle anlarda. Şanslıysam içebileceğim biraz şarabım da olurdu ve yarısını aşağı döktüğüm leblebiler de mezem. An, kendi seçerdi zor bela alabildiğim müzik çalardan gelecek tınıyı. Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Melihat Gülses ve daha niceleri ile gıyabında dostluklarım oldu o gecelerde. Şanslıysam usulca öpüştüklerini görebileceğim bir manzaram da olabilirdi gece etüdünden sonra yurda gitmek yerine bahçede kuytu bulmuş bir çiftin. O ağaca çok şey borçluyum anlayabileceğiniz üzere. Hatta ilk kez bir kadının yanında uyanabilme fırsatı bulmamı -ki bu da yazmak istediğim şeylerden- bile ona borçluyum. Normalde bunları yazdıktan sonra o ağaç için bir bira açmış olurdum ama bu gece demlenmiş bir ıhlamurla yad ediyorum. :) Lütfen bu gece kim ne içiyorsa o ağaç için de bir yudum alsın.

Anlatılacak o kadar çok şey var ki... Sanırım en güzeli, anlatırken ağzımı kulaklarıma vardırtan ve bir de bende masum bir utanma hissiyle masanın altına girme isteği uyandırtanlarını seçmek. Hafızamda tozlu rafları karıştırmak aptal gülümsemelere sebep oluyor yüzümde ve bundan büyük bir haz alıyorum. Umarım bu hazzı paylaşabilirim zamanla.

17 Nisan 2015 Cuma

İlk adım

Geriye dönüp ne yazsam diye düşündüm önce. Bir şeyler yazmak için niye arkama bakmak zorunda olduğumu düşünüyorum şu anda da. Neden bu saatte sevişmek yerine Munip Utandı'dan "Bir Hadise Var Can İle Canan Arasında" dinliyorum mesela, sanırım en çok bunu anlatmak isterdim. -İtiraf edeyim başta uyumak yerine yazmıştım ama yalan söylememeye karar verdim en azından yazarken ve bu saatlerde uyumak adetim değildir :)- Herkes kadar sevdiğimi düşünüyorum hüzünlenmeyi, kederlenmeyi ve bittabi sonrasında bunları unutmak için kurulan çilingir sofralarını. Genellikle şu an başımıza açılan belaların geçmişimizde verdiğimiz o kötü kararlarla ve irademizin çok az rol oynadığını düşünerek bizim onlara gitmemiz gerçeğine rağmen başımıza gelen kötü olaylar diye adlandırdıklarımızla ilgili olduğunu konuştuğumuz o sofralar. Ruhun mastürbasyon seansları... Sanırım bu sofra muhabbetlerini yazmak için bolca fırsatım olacak başka kertelerde.
Her mastürbasyonun pişmanlığı nasıl nesnel durumun farkına vardığımız anda başlıyorsa bu ruh versiyonlarının pişmanlığı da benim için sebep gösterdiğim kötü kararların ve içlerine daldığım kötü olayların gerçekliğini sorgulamam ile başlıyor. Çünkü içten içe kemiren bir şekilde beynimi biliyorum ki her şeye rağmen keyifli bir hayatım ve bulduğum bahanelerin antitezleri sayılabilecek tonla anım var. Bu yüzden anlatırken de yazarken de bu anılara yaslanmak ihtiyacım ve yine bu yüzden hüzünlendiğim hatıralarımın arasında beni alan gülümseme.

Kendimi anlatmak zor olsa da bir zamanlardan başlamak gerek ve bu olsa olsa ilk ciddi kararım olarak gördüğüm lise tercihim olur sanırım. Hayatımı değiştirdiğini düşündüğüm -sanki lineer bir hayatım varmış gibi :)- bütün olaylar bu karar sayesinde yaşandı diyebilirim. Yakalandığımı hissettiğim bir kapandan kaçıştı benim için . Eski olan ne varsa bırakıp yeni olanı sorgusuz kabul edeceğim bir dünyaya adım atmıştım. O dünya çok büyük olmasa da mutlu etti beni yetebileceğinden daha fazla. İlk gerçek kavgamı, deneysel olmayan ilk öpücüğümü ve aşık olduğum biriyle gerçek anlamda ilk kez tanışmamı borçluyum oraya. Yazacağım şeylerin çoğunun içinde kavgalar olan aşklar ve içinde aşklar olan kavgalar olmasının sebebi de orası :) Ve daha cesaret toplayarak anlatacağım çokça şeyin...

Yani sözün özü, beni gülümseten her deneyimim için geçmişten etkiler bulabiliyorum da konu kötü kararlarım ve kırdıklarım olunca biraz yoksun kalıyorum. Dönüp dolaşıp akrebin "Ne yaparsın kurbağa kardeş, huyum bu." repliğinde buluyorum kendimi :) Sanırım an itibariyle karar veriyorum neyi yazacağıma. Kendimi anlatmak için huyumu anlatmaktan daha iyi bir yol yok ve bu bazı anlar kendime bile anlatmaktan çekindiğim şeyleri yazmak demek.

İkinci adımımda görüşmek üzere...


16 Nisan 2015 Perşembe

Merhabalar...

Öncelikle yazma konusunda oldukça tembel biri olduğumu ve kalkıştığım bu işin kendimle başladığım bir kavganın ürünü olduğunu belirtmek isterim. Geçen gün yaşayabiliyorum ama yazamıyorum derken bulmamla başladı kendimi her şey ve ayakkabımın içine o taşı kendim atmış bulundum. 

Evet yaşayabiliyordum ve bunu yaparken de biriktirdiğim bütün anıların anlatıcısı rolünü gayet güzel oynadığımı düşünüyorum. Konu belki bu anıları biraz abartmak ya da törpülemek olduğunda daha da başarılı olduğumu itiraf etmem gerek. Peki gözlerine bakarken birinin anlatabildiğim bunca şey neden iş yazmaya gelince aynı rahatlıkta dökülmüyor kelimelere diye sormaya başladım. Çokça cevap bulabildim bu soruya ama bunları sıralamak bile sıkıcı geldi en sonunda. Asıl mesele sanırım konuşurken konuştuğum kişiyi seçebiliyor ve anlatının içeriğini bu kişiye göre şekillendirebiliyor olmam. 

Farklı bir şey denemeye ve sadece anlatmaya karar veriyorum sanırım bu gece. Kendim için abartarak ya da törpüleyerek... Seçemediğim birinin yazdıklarımı okuduğu düşüncesi heyecanlandırıyor beni şuanda ve heyecan peşinde koşarak başıma açtığım onca tatlı belayı yazma isteği uyandırmaya yetiyor.

Şu an giriştiğim bu işin o tatlı belalardan olmasını umuyorum :)