Kahramanlıkları yerine günahları yazılan bir adamın hikayesi...

5 Mayıs 2015 Salı

Bir Hayat molası...

İnsanlardan kopuk olduğum sürece mutlu olduğumu varsayıp, her buhranımdan kurtuluşumu yine onların arasında kaybolmakta bulmam şu sıralar kafamı kurcalıyor. Hayatımı belli noktalarda değiştirmek için planlar yaptığım bir dönemde bu sorgulamalar ne kadar sağlıklı, tabi tartışılır. Yalnız içinde bulunduğumuz bir kabuktan çıkma fikri, yolculuğa çıkan bir insanın çantasını kontrol etmesi gibi kafamızdakileri bir tartmaya itiyor sanırım bizi. Yazmaya başlamamın altında yatan sebeplerden biri de bu aslında. Etrafımda yaptıklarımın sonuçları üzerine beni eleştirebilecek çok insan yok ve yer yer bunu kendim yapmak zorunda kalıyorum. Gerçi kendi çerçevem içindeki doğrulardan sıkıldığım gibi bazen yanlışların da bana zevk verdiğini görmek korkutuyor. :) Bir hırsızlık hikayesiyle buradayım bugün. Sebep olarak gösterebileceğim ne bir yoksunluğum ne de bir alışkanlığım var. Zaten eğer çaldığınız bir kalpse, bunlara pek de ihtiyaç yok. Çalmak dediğime bakmayın, düpedüz aşık olmak da işte mekan ve zaman yersiz. Anlatmayı zor yapansa benim için hikayenin üç kişilik olması ve ikisinin de dostum. Ne yaparsanız yapın en az bir kişinin üzüleceği bir hikaye yani bu.

Lise mezuniyetim... Kimilerinin cehennem olarak gördüğü yerden kaçışı, kimilerinin de eğlenceli bir ortamdan ayrılık günü... Eğer gidecek başka bir yeri yoksa, insan daha bir sahipleniyor yaşadığı mekanı. O gece sanki bir parçamı koparttılar benden. Yıllarca kanadım koptuğu yerden. Hiçbir mekanı o kadar sahiplenmedim bir daha. Ve belki de o mekanı paylaştıklarımdan başka kimseyi de... Kendime bir hayat kurdum çok da zor olmayan bir şekilde aynı semtte. Üniversite için de, hayatımda zaten büyük bir yeri olan o duvarı atlamam yetti. İşte geçen iki yılın, onca aşkın, çokça sevişmenin ve tonlarca uykusuz gecenin ardından çatı katındaki evimde hala "Ne yapmalıyım?" diyordum kendime. Başımda bir bela yoktu ve iyi kötü yürüyordum. O an öğrenmiştim ki bundan daha fazla sıkan bir şey yok beni. Arkadaşlarımın pek de kulak asmadığım çağrılarını hatırlayıp bir sırt çantasını attığım gibi sırtıma yollandım böyle bir gecede Ankara'ya. İki gecelik bir plan olarak başlayan bu gezi ne iki gecede sonlandı, ne de benim bir daha dosdoğru bir hayatım oldu.

O sabah gerçekleşen, aynı odada kalamayacak kadar birbirine tahammülsüz iki dostun buluşmasıydı. Sevgi gösterisi yaşanmadı. Anılar anlatılmadı saatlerce. İçtiğimiz çorbalarımız bittiğinde sakince anlatmaya başladı bana ihtiyacı olduğunu. Bilmiyordu ki kafamdaki "Ne yapmalıyım"la duruyordum karşısında ben de. Hayatın kötülüğüne maruz kaldığınızda merhemi aşktır ya bunun, o da sanırım bu noktadan hareketle Hayat'tan bahsetmeye başladı ardından. Aşıktı ama bunu pek farkında değildi. Ya da heyecanına bir ad koymak istemiyordu. İkisini de tanırdım. Mutlu olmalarını bile ummuş olabilirim. Sorduğumuz sorulara ikimizin de cevap veremediğini anladığımız bir an, kafamızı en iyi boşaltacak şeyi yapmaya gittik. Geçen yıllarda her çözümsüzlükte soluğu alacağım bilardo salonunda üç top oynuyorduk. Kendi hayatımıza yön veremediğim anlarda, kurtuluşu yön verebildiğim toplarda aramam da benim ironim sanırım. Hayat'ı da çağırmayı teklif ettiğinde olabileceklerden mi korktum bilmem "Böyle daha iyi ya." döküldü dudaklarımdan. Ama ısrarını O'nun gelişi takip etti. Yıllarca görüşmediğim birini görmüş olmaktan daha fazla bir heyecan hissetmedim. Çok da uzun olmayan bir sohbetin ardından biz oyunumuza döndük ve yanımızdaki masadan bize attığı laflarla devam etti sohbetimiz. Murat'ın, yüzü pek gülmüyor artık dediği o kadın karşımda gülümsedikçe başta hissettiğim o heyecan artmaya başladı. -O gülümsemenin altında sakladığı şeyleri öğrenmem için uzun bir zaman geçmesi gerekecekti.- Hayat'la lisedeyken o an olduğu gibi bir sohbeti çok yakalayamamıştık ve masada üçümüz için de güzel geçiyordu vakit. O güldükçe Murat'ın da mutlu olduğunu görebiliyordum. Masadaki üç kişi sabit olmak üzere mekan ve çevremizdeki insanlar değişti sadece devamındaki günlerde. Üçümüz de daha çok eğlendik, daha çok güldük. Ve biz daha fazla bakar olduk gözlerimizin içine gülerken. Geri dönmekten hiç bahsetmiyordum ve kimse de bunun konusunu açmaya niyetli değildi. Yeni kıyafetler bile almıştım kendime. Farkında olmadan yeni hayatımı örüyordum ilmek ilmek. Yaşayacağım yeri, alışveriş yapacağım tekel bayiini, kahvesine mest olacağım mekanı, zevkle sarhoş olacağım meyhaneyi ve en önemlisi yanında olacağım kadını...

Daha dikkatli bakıyordum ona artık. Daha dikkatli dinliyordum. Birbirimizi tebessümler arasında gözlerimizde buluyorduk kalabalıktan kurtulmak için. O'nu yandığım ateşe ve çıkacak karışıklığa çekmekten korkmuyordum. Tehlikeli bir adam olduğumu kabul ediyorum bir şeyi çok istediğimde. Ne yapayım, huyum bu. Tek gereken zamanın bize bir fırsat sunmasıydı artık. İş zamana ve fırsata kaldığında gerçekten şanslı biriyimdir. :)

Umarım devam edecek...

4 yorum:

  1. Yazını ilk paragrafını özellikle beğendim yani böyle çok çok :D
    çok yapıyorum o tartıp biçme işini. Bir de bende hiç bir şey yeterli gelmiyor. Ama aynı zamanda bilmiyorum da neyi seçmeli neyi yapmalıyım. Yanlış dediğimiz şeyinde değiştiğini düşünüyorum ben. Taraflara baktığın yere göre.yargılanmak ise en en nefret edilesi şey. Bırak yargıladıkları şeyden yanlış gördükleri şeyden zevk ol ne olacak sanki :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sanırım ben biraz daha polemik insanıyım. Yargılanmak da bir nevi eleştiri gibi geliyor ve o polemiğin çıktısı yararlı gelebiliyor bana. Yargıladıkları şeyden zevk almak da yanıma kar kalıyor işte. :)

      Sil
    2. Yargı cümlelerinden nefret ediyorum. Misal biri şu kötü yapma artık desin ohooo kesin dah fazla yaparım.

      Sil
    3. Polemiklerin de yararlı yanı o ya işte. Mesela bir ahlakçı eleştiriyorsa beni "Doğru yoldayım demek ki." diye düşünürüm ben de. :)

      Sil